RÖPORTAJLAR:
hakaner6060@gmail.com
RÖPORTAJLAR
Türk Halk Müziğinin duayen ismi Musa Eroğlu, Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün bünyesinde çıkarılan Değer Dergisi’ne konuştu.
Türk Halk Müziğinin duayen ismi Musa Eroğlu, Hakan Erdem'e içini döktü
Sahnede hayranlık uyandıran yeteneği, sesinin büyüleyiciliği ve türkülerin babası Türk Halk Müziğinin en önemli değerlerinden biri Musa Eroğlu... 6-7 yaşlarında bağlamayla melodi çalmaya başlayan Eroğlu, sözlerini Abdurrahim Karakoç’un yazdığı ''Unutursun Mihriban'ım'' ve ''Mihriban'' türküleri ile Türk halk müziğinin geniş kitlelere yayılmasında önemli katkı sağlamıştır. Kendisini Karacaoğlan'a yakın hissettiğini söyleyen Eroğlu, Türkü çevrelerinde 'Çağdaş Karacaoğlan' diye de anılmaktadır. Kendi adını taşıyan müzik okulunda 1982'den bu yana 5000'den fazla öğrenci eğitim almıştır. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını alan Musa Eroğlu, müzik çalışmalarına devam etmekte ve Kültür Bakanlığı'nda Halk Kültürleri ve Oyunları konusunda uzman ve araştırmacı olarak görev yapmıştır.
Müzik hayatına nasıl adım attınız? Bizlere kendinizden bahseder misiniz?
Müzik bizim ailede var. Kendi ölçülerinde hem çalar hem söylerler. Benim dedem aristokrat bir aileden. Osmanlının uç beylerinin yanında çalışan elinde zanaatı olan birisi. O dönemde Osmanlı da çeltik ekiliyormuş, dedem de ırmaktan akan suyu yüksek yerlere taşıma makinesi yapıyor destek oluyordu. Bu arada da çalgı yapıyordu. Yani keman yapıyor saz yapıyordu. Amcalarım saz çalıyordu. Ben böyle bir ortamda yetiştim. 5–6 yaşında bir çalgı vardı elimde. Ama bunu ileriye taşıma safhası sonradan oldu. Ben İvriz'de Köy Enstitülerinde okudum. Okulda marangozluğu seçtim. Saz da çalıyordum o sırada. Müzikten kopma olmadı. Bu karışıklık arasında 1965 yılını bulduk. O zaman 20 yaşlarındayım. Ankara radyosuna sınava geldim. Müzik için ilk adımı atmış oldum, fakat kazanamadım. Sonra neden kazanamadığımı öğrendim ve 1971 yılımda sınava girdim ve kazandım. O zaman gece okulları vardı. Orada iki okul bitirdim. Halk Kültürleri araştırma okudum. Müzik hayatım hep ikinci plandaydı. Zamanla birinci plana gelmeye başladı. Bu birikimleri kullanmak ve bilgi edinmeye başlamam beni müzik alanında daha ileriye götürdü. Birisi benim elimden tutup, şehre götürüp müzisyen yapmadı. Bu birikimle oldu.
Bizim kültürümüzde şöyle bir durum var. Biz heceleyerek konuşuyoruz her şeyi. Konuşurken sohbet ederken, hayatın hep içinde heceleyerek yaşıyoruz. Onun için müzik ve edebiyat bize uzak değil. Bende müziği adım adım severek yaşamaya başladım.
Müzik hayatınız boyunca hiç unutamadığınız ve sizde iz bırakan televizyon veya radyo programı, veya konser hangisiydi? Neler yaşadınız kısaca anlatır mısınız?
Çok güzel bir anım var benim. O zamanlar Nail Tan hocam müzik dairesi başkanıydı. Rahmetli Nida Tüfekçi bir program yapıyordu ''Türkülerin Dili'' diye. Bir de sunucu bir hanımefendi var. Hem sunum yapıyor, enterasan tarafı şiir de okuyordu. Hoca anons ediyor, sunucu şiir okuyor, biz başlıyoruz çalmaya. Yalnız hanımefendinin şiirle uzaktan yakından hiç alakası yok. Sadece okuyor. Birisi getirmiş oraya onu. Şiir bittikten sonra Nida hoca kızgın bir sesle dedi ki: Şiir bitti demi kızım şiir bitti. Kız, bitti hocam deyince ama kızım böyle okunmaz ki diye içerledi. (Gülüyor ) Gerçekten kötü okumuştu.
Her şeyin bir ilki var. Bir davadan dolayı Nadi Tüfekçiyle beni bilirkişi yazdırmışlar mahkemede. Tüfekçinin televizyon programında birisi parça söylemiş. Telif hakkıyla ilgili bir dava açılıyor. Bu parça benim parçam diyor adam. Diğer adam da benim diyor. Bende mahkemede dedim ki bu parça şu kişinin dedim. Nereden biliyorsun dediler. 1978 yılında müzik dairesi başkanı Nail Tan ile beraber bu parçanın bir Çukurova türküsü olmadığını, uyduruk bir şey olduğunu söyledim. Nail hoca da bir yazı yazmıştı Gong dergisine. Onun için bu o adamın. Avukat bana sordu: Nasıl hatırlayabilirsin 1978'de olan olayı 50 sene evvel deyince bende dedim ki nasıl hatırlamam, ilk televizyona çıktığım zamandı hiç unutur muyum dedim.
Projelerinizde kendinizi eleştirdiğiniz bir durum oldu mu? Öz eleştiri yapar mısınız?
Tabi ki bu olmazsa olmaz zaten. Öz eleştiri benim birinci düsturum diyebilirim. Özür dilemek benden hiçbir şey kaybettirmez. Bir hata varsa özür dilenmelidir. Çok erdemli bir davranıştır. Bilgi eksikliği mesela onu hemen tedavi etmek lazım. Bu düstur beni buraya taşımıştır. Mutlaka daha iyi bir bilen vardır. Benim hocam var. Bilir ama ondan daha iyi bilen de vardır. Herkes her şeyin en iyisini bilmek zorunda değildir ama öğrenmek zorundadır. Sormak zorundadır. Yeni çıkacak kitabım ''Doğru Bildiğimiz Yanlışlar'' da bu konu detaylıca anlatılıyor.
Bir ürün olarak da genel eleştiri yapmak istiyorum. Bu karara varmak için yaklaşık 5.000'e yakın türküyü Trt'den, 10.000'e yakın türküyü de piyasadan, kasetten faydalanarak doğru bildiğimiz yanlışlar adlı kitabımda topladık. Dinlediğiniz 10.000 ezginin 5.000'inde hata var. Söylerken alışmışız. Örneğin; ''allı turnam ne gezersin havada, arabam kırıldı kaldım burada'' orada arabanın ne işi var. Bu bilgisizlikten dolayıdır. Aslında ''arabım'' kırıldı. Şansım döndü manasında kullanılmak istenmiştir fakat araba olarak anlam verilmeye çalışılmıştır. Bu iki anlam çok farklı şeyler. Bunu değiştirmemiz ve irdelememiz gerekir. Anlayamadığımız bilmediğimiz şeyi neden sormuyoruz bilene. Bir bilen var. Bu doğallıkları kaybediyoruz. Bu tür çalışmalar için kapsamlı bir proje yapılmalıdır.
Değer dergisinin bu ay ki konusu Vefa, Vefa'nın hayatınızdaki yeri ve önemi nedir?
Çok mükemmel bir soru. Vefa yaşamımızın ''A'' harfi olmalıdır. Anneden başlamalıyız. Annemize vefa borcumuz yok mu? Sonra hak, hukuk, adalet, insanlık hepsi vefanın içindedir. Vefalı olmak lazım. Ahde vefa çok önemli bir sözcüktür. ''Senin gibi ahde sahip yar olan, bin yıl yerde yatsan çürür mü yar yar'' yani ahdine sadık olan ölü bin yıl yerde yatsa çürür mü? Aynı bu çürümeyen yar gibi vefa benim hayatımda bitmek bilmeyen bir yapıya sahip
Vefa denilince çevrenizde ilk aklınıza gelen kişi kimdir?
Hayatımda bir sürü vefalı düzgün insanlar var. Kesin bir çizgi koymak çok zor. Doğa bilimiyle ilgimden dolayı söylüyorum. Doğada vefa daha fazla, özellikle hayvanlarda. Bizler sadece sözde vefayı kullanıyoruz özde değil. Bu kadar söyleyebileceğim.
Mesleğinizde Vefa değerine dikkat eder misiniz?
Kimseye belli etmeden bana ayrılan kilo ve gram neyse onu yapmaya çalışırım. Belli etmem çoğu zaman. Zaten hile yapılmışsa vefasızlık var demektir. Şunu söyleyebilirim kıskançlık diyebiliriz hilenin diğer yarısına. Çok adam tanıyorum birine zarar vermek için yapmadığı oyun kalmayan. Onlar kendilerini buradan okuyunca hatırlayacaklar. Müzik adamlarının içinde bunlar. Ben hep şunu ifade ediyorum. Doğayı örnek verirken doğadaki hiyerarşinin hiç değişmediğini görüyorum. İlahi bir hiyerarşi var orada. Yaratılış olarak biz insanlar pek vefa gösteremiyoruz. Temelde biz bu topraklarda yaşamak istiyorsak birinci alışkanlığımız vefayı saygı ve hoşgörüyle bütünleştirmezsek, dünyayı algılamayı başka insanlar ve canlıların da olabileceğini düşünmezsek hiçbir yere varamayız.
Mesela benim bir kedim var acıktığında pencereye geliyo, yemeğini yediysen biraz da bana ver diyo aslında. Nasıl bir duygu, ben hiç dayanamam. Bu kediyle arkadaşımın ya da komşumun ne farkı var ki. Vefayı ilgilendirdiği için, türküleri ilgilendirdiği için, toplumu ilgilendirdiği için söylüyorum bendeki eksiklik sendekini tamamlamalı. Herkes dört dörtlük olamaz. Birazcık yemeğimiz kaldıysa onu da kedimize verelim. Durmadan aç gözlü ve hırslı ne yapabilirsiniz ki. Bununla ilgili güzel bir söz var: ''Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün, dünya malı senin olsa ne fayda'' bu söz yerini bulmamış aslında. Bu toplum güzel şeyler taşımış ama paylaşamamışız. Çok zengin bir kültürümüz var değerlendirememişiz.
Sizce Vefa değerinin örnek olması ve anlamını kaybetmemesi için sanatçıların rolü ne olmalıdır?
Vefayı toplumsal bir yapıya dönüştürmemiz lazım. Gelenek haline getirerek paylaşımı mutluluğu herkes arasında yayabilmeliyiz. Sende yarın öleceksin oraya gideceksin. On kişi de defnedebilir seni bin kişide, vefa gösterdiğin kadar vefalı olursun. Hayvanlar bile ölen bir canlının arkasından bir tören yapıyorlar inanamazsınız. İnsanın onlar kadar vefalı olması için çok düşünmesi lazım. Diğer canlılardaki vefalı yaklaşım bizim sanat dünyamızda pek yok. Herkes kendine bakmalı.
Başarınızda sizi siz yapan değerler nelerdir?
Her başarının bir sınırı vardır. Ben iki şeye çok önem veririm. Ne kadar bilirsen, bil bir bilene danışma birinci düsturumdur. İkincisi kendime yapılmasını istemediğimi başkasına istemem. Gerisi bana yetiyor.
Yaşadığımız çağda sizi neler üzüyor?
Aç gözlülük, kıskançlık, göz açlığı üzüyor. Hiç değmez aslında herkes midesinin dolduğu kadar ekmek yiyebilir. Yedek bir mide yok. Beyindeki açlık da böyle olmalı. Beyin açlığı çok var bizde. Beynimizi bir türlü doyuramıyoruz. Şairin bir sözü var: ''Gıdayı kulağımızdan almadığımız için çayın atı yesek doymayacağız.'' Halbuki kulaktan gıda alsak ölçümüzü nizamımızı da bileceğiz.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Son olarak Değer Dergisi aracılığıyla buradan hükümlü ve tutuklulara neler söylemek istersiniz?
Öncelikle mahkum arkadaşlarıma geçmiş olsun demek istiyorum. Adalet ve hakka her zaman inanırım. Haksızlığın önüne duran insanlar adına onlara sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. Personelimizin işinin çok zor olduğunu, bir mahkum olarak biliyorum. Personelimize bu zor görevlerinde sabır ve başarı diliyorum. Yönetici kardeşlerime, arkadaşlarıma adalet yazan cümleyi hep yaşatmalarını diliyor saygılarımı sunuyorum...
Röportaj: Hakan ERDEM